KORKU
O
kesik kesik çizilen beyaz yol çizgilerini birleştiriyordu otobüsün hızı. Başımı
biraz kaldırınca denizin maviliğini gördüm tanıdık bir dosttu o, yıllar önce
ayrıldığım bir şehirde bıraktığım koskocaman bir dost. Şehir asfalttan taşan
yeşiliyle karşılamıştı beni, ‘ben hiç değişmedim’ der gibiydi, tepelerine
baktığımda. Bu sırada, birazdan karşısına otogarın çıkacağını bilen şoför,
otobüsü sağ şeride geçirmiş ve yavaşlamıştı, artık kesik çizilen yol çizgileri
daha belirgindi.
Otobüs, otogara girip perona yanaşmak için manevralar yaparken bende
yolculuğumu bitirmek için hazırlanıyordum. Şehir nasıl küçükse otogarı da
öyleydi ve hiç değişmemiş, daha da eskimişti. Sonunda adımımı atmıştım dışarı.
Şehrin, sonbaharın son günlerini de bitirdiğini, zamanı bilmesem de anlardım
ciğerlerime çektiğim nefesten. Evlerin bacalarından çıkan kömür dumanı hemen
sarmıştı nefeslerimi, kış buraya tam vaktinde gelmişti… Sahille aramda sadece
asfalt kalmıştı, eski dostla kucaklaşmak iyi olacak diye düşündüm. Sırt çantamı
yüklenip sahile yürüdüm. Karadeniz hep hatırladığım gibi, onda değişen bir şey
yoktu. Bulutlar kararmaya başladı, işte kabarıyor yine Karadeniz, bir sen terk
etmedin bu şehri, bir sen eski dost ama ben gittim, yine gideceğim. Sahilden
ayrılıp yola çıktığımda ince bir serpinti hissetmiştim yanaklarımda, gündüz
vakti havanın kararmasından belliydi ve denizin kabarmasından, yağmur peşimi
hiç bırakma...
Otele geldiğimde hava iyice kararmıştı, zaten saatte ilerlemişti. İçeri
girdiğimde tuğla renginde duvarlar içinde resepsiyonu gözüme kestirdim.
Resepsiyondaki genç, alık gözlerle bana bakıyordu.
- Tek kişilik bir oda, bir gece kalacağım
Onun konuşmasına izin vermeden kimliğimi uzattım. Kaydı yaptıktan sonra oda
anahtarını uzattı, teşekkür ederek anahtarı aldım sonrada odanın yerini tarif
etti. Asansöre yürüdüm, üçüncü kata çıkmak için asansörü hareket ettirdim.
Odaya girdiğimde çantayı yatağın yakınlarına doğru salladım yatağa uzansam
uyuyacaktım yapmadım, pencerenin yanındaki koltuğa serildim. Yağmur
dışarıdakilere hiç acımıyordu artık, bunu izlerken gülümsediğimi fark ettim
sonrada acıktığımı. Odadan çıkıp aşağı indim. Görevliye anahtarı verdikten
sonra dışarı attım kendimi. Daha az önce yağmurdan kaçan insanları izleyip
keyiflenen adam bendim, keyfim kısa sürdü, şimdi de kendime gülüyorum. Az
ilerde, balkon çıkıntısının altındaki işportacı, sanki ben ıslanmayayım diye,
bana şemsiye satmak için orada bekliyordu. Şans bu olsa gerek dedim ve
gelişigüzel bir şemsiye alıp yürümeye başladım. Hafızamda duran ve sadece
kaldırım taşlarının değiştiği caddede ilerlerken, nereye gittiğimi çok iyi
biliyordum. Yürürken su birikintilerine basmamak için zigzaglar çizmem,
karşıdan gelenleri hayli sinirlendiriyordur eminim. Yürüyüşümün sonunda, yıllar
önce bu şehirde yaşarken açlığımı dindirmek için sürekli gittiğim, bankanın
karşısındaki o börekçiye geldim yine. Burası da hiç değişmemiş dedim içeri
girer girmez. Tezgahtaki bıyıklı adam tebessüm ederek yanıtladı sözlerimi
Kolay
gelsin, dedim tebessümle bakan adama, oda kafasını sallayarak karşılık verdi.
Siparişimi verip, dar basamakları tırmandıktan sonra masaların olduğu üst kata
çıktım. Altı tane masanın doldurduğu katta bütün masaları benimdi, içeride
kimse yoktu. Tabi her zaman ki gibi pencerenin yanındaki masaya oturdum,
peşinden de böreğimle çayım gelmişti. Börek sıcaktı ve ilk dilimini yerken,
hatırladığım tadından bir şey kaybetmediğini fark ettim, sevindim. Bu yediğim
nefis börek, bana yolculuğun yorgunluğunu unutturmuştu fakat yarın tekrar yola
çıkacağımı hatırlatmadan da geçmedi boğazımdan, bir kağıt parçası için geldiğim
bu şehre bir akşam sonra veda edecektim. Merdivenden yukarı çıkan sesler,
düşündüklerimin önünü kesmişti, buradaki masalardan biri daha konuklarını
bekliyordu. Oturdukları masanın görüntüsü yansıyordu cama ben onları oradan
izliyordum. Masaya oturduklarında kısa bir süre ikisinden de ses çıkmadı. Sonra
sessizliğini ilk bozan, ötekisine nazaran daha kalıplı ve sakallı olan adam
oldu ;
- Şerefsizler, bizi bile bile
ölüme gönderiyorlar. İçerde doğru düzgün ölçüm yapmıyorlar. Denetleme yapan
mühendis, ocakta yanlış bir şey görse bile ses çıkartamıyor ki çünkü maaşını
işletmenin sahibi, o orospu çocuğu veriyor.
Bunları söylerken karşısında oturan ve ondan daha genç olan, dalgalı sarı saçlı
adam devam etti söze;
- On kişi göçük altında, on
arkadaşımız ve daha önce can verenler. Bizde olabilirdik, ölebilirdik,
nefesimiz bu kadar ucuz mu? Ben evlenmedim belki bu yüzden, arkamda bırakacağım
kimse yok ama şimdi, o toprak altında kalan insanların eşleri var çocukları, bu
kimin hayatı?
- Bizim hayatımız değil, diyerek
cevap verdi karşısındaki. Biz ipotek ettik canımızı, o karanlık kuyuya
girerken. Bu ne bizim hayatımız ne de bizim kaderimiz. Hiç bir insanın
kaderi böyle bir son olamaz.
- Bu son grizu, son göçük
olmayacak, diyerek isyan etti sarı saçlı ve devam etti, herkes bu olanlara
kader diyecek ve sadece biz bileceğiz kaderimizin bu
olmadığını.
Duyduklarım, bu şehirde unuttuğum, hatırlamak istemediğim zamanları
tekrar geri getirmişti bana. Biraz doğruldum oturduğum yerde, caddede peş peşe
araçların siren seslerini duyuyordum ışıkları ise cadde boyunu aydınlatıyordu.
Camdan yansıyan adamlar konuşmaya devam ediyordu ama onları duyamıyorum artık.
Çayım soğumuştu, iki dilim böreği tabağımda bırakarak kalktım. Şemsiyemi
bıraktığım yerden alarak o iki adamın yanından geçtim. Ben geçerken susmuşlardı,
sarı saçlı olan çayını içerken yanındaki adam kısa bir bakışla bana baktı sonra
oda gözlerini önüne düşürdü.
Dışarı çıkarken, bir yağmur damlasının bile bana değmesine izin vermeden
şemsiyemi siper ettim yağmura. Yağmurla kavga edercesine adımlarımı
sıklaştığını fark ettim. Kime neye öfkelendim peki? Orada konuşan adamlara mı?
Bana, unuttuğum korkumu hatırlattılar, yoksa kendime mi öfkelendim,
unutamamıştım işte beceriksiz bir adamın tekiyim, yok yok hayır o bahsedilen
şerefsize öfkeliyim şu patrona, iki kuruş fazla kazanmak için canları ölüme
gönderen piçe. Peki ne kadar para veriyordur bu şerefsiz işçilere, ne kadara
gidiyorlar ölüme, bedeli ne kadar hayatların. Hiç değil mi, koca bir hiç. Söve
söve yürüdüğüm kaldırımda yağmur damlalarından yansıyan araçların farları,
gözlerimi alıyordu. Caddenin her iki kaldırımı da boştu, sanki kaldırımlar,
göçük altındaki on işçinin yasını tutuyordu. Umarım hepsi sağ olarak çıkar o
karanlıktan, bu şehrin toprağı, yeteri kadar yuttu emekçileri, her biri alın
teriyle düştü toprağa, bu toprak doymalı artık. Dualarımla sürdürdüğüm yol,
sonunda beni otele getirmişti. İçeri girdiğimde resepsiyondaki elemanın
değiştiğini fark ettim ama umurumda olmadı. Anahtarımı isteyip odaya çıktım.
Kapıyı, içerideki karanlığa açarak içeri girdim, odayı aydınlattım. Yatağın hiç
kırışmadığını gördüm, uyumak hiç içimden gelmiyordu, zaten uykumda yoktu.
Uyumak, sanki o yer altındaki insanların vakitlerini elinden alacağımı
hissettirmişti bana, koltukta daha rahat olacaktım. Odanın ışığını kapattıktan
sonra koltuğa yerleştim. Odanın karanlığı, camdan içeri giren şehrin
ışıklarıyla birazda olsa kendini kaybediyordu. Oysa ben alışkındım zifiri
karanlığa. Bu şehirde yaşayan, neredeyse her çocuk gibi babasını karanlığa
gönderen çocuklardan birisi de bendim, eskiden. Büyüdüm ama o korkulara fayda
etmedi yıllar. İşte yine o garip korku var içimde. Gün, yer altındaki
insanlar için dönsün bu gece…
Göz
kapaklarıma vuran aydınlık beni rahatsız etmişti. Başımı diğer tarafa döndürüp
ondan kurtulmak istesem de, boynumun ağrısı buna izin vermedi ve ağrıyla
gözlerimi açtım. Koltukta sızıp kalmanın bedelini bütün bedenime ödetmiş
olduğumu fark ettim. Koltuktan yavaşça kalkarak kapalı gökyüzüne baktım. Yağmur
dünkü gibi yağmıyordu ama yine herkesi ıslatıyordu. Göçük altındaki işçiler
kurtarılmış mıdır diye sordum kendime sonra buna cevap veremeyeceğimin farkına
vardım. Kurtulmuş olduklarına dua ederek, odadaki telefonla resepsiyonu aramak
için pencerenin kenarından hareketlendim. Beni durduran cep telefonum oldu.
Sesi, koltuğun altından geliyordu. Gece koltukta sızmışken, yere düşmüştü
demek. Telefonu avucumda döndürüp kimin aradığına baktığımda, ekranında bilmediğim
bir numara vardı, açtım. O kağıt parçasının yeni sahibi konuşuyordu karşı
tarafta. Ona öğleden sonra görüşebileceğimizi söyledim, ben onu arayacaktım.
Telefonu neredeyse adamın suratına kapatıp, yatağın üstüne fırlattım. Odadaki
telefondan resepsiyonu aradım. Telefonu açan görevliye işçilerin durumunu
sorarken sesimin tedirginliği, sıra sıra yutkunmama sebep olmuştu. Sorumu
bitirene kadar içimden iyi bir haber duymak için dualar ediyordum ve dualarım
telefonun karşısındaki sesle son buldu;
- İşçilerin
hepsi çıkartıldı ama dört işçi kurtarıldı, diğer altı işçinin cenazesi ise
bugün öğleden sonra defnedilecek.
Ahizeyi öfkeyle yerine bıraktım ve oturmak istemediğim halde kendimi, yatağın
bir köşesine yerleştirdim. Ahizeyi tutan elim şimdi öne yıkılmış başımı
tutuyordu. Az önce dualar eden ben, şimdi işçilerin ölümüne sebep olan kim
varsa ona küfür ediyordum. Bir anda korkularım aklıma geldi, o korkuları yaşan
çocuklar olacaktı şimdi korkuları gerçek olan kadınlar, anneler. Altı cansız beden
neler bırakmıştı geriye kim bilir. Gözleri karanlığa yumulmuş altı beden. Peşin
peşin alınan helalliklerle gittiler ölüme ve bugün yer üstünü son kez görecek,
toprağın altından çıkardıkları cevhere dönüşecek olan bedenleri.
bütün maden işçilerine..
Şubat
2009
Yorumlar
Yorum Gönder